script async src=”″crossorigin=”anonymous”></script

Tiyatro, en yalın tanımıyla, insanın insana anlatıldığı bir sanattır. İnsanın jestlerini, sesini, bakışını, hatta nefes alışını anlamın bir parçası haline getirir. Bu yüzden tiyatro sadece kelimelerle değil, varlığıyla da konuşur.
Tiyatronun ayırıcı özelliği, insanlık hafızasını vicdanın süzgecinden geçirmesidir. Bir toplumun tiyatrosu yoksa, o toplumun kendine bakma cesareti de yoktur. Her çağda, her coğrafyada sahnede şu soru sorulur:
“Biz kimiz ve birbirimize ne yapıyoruz?”
Ekranlara Mahkum Edildiğimiz Çağda Tiyatronun Önemi
Bütün bunların ötesinde tiyatro, insanları aynı anda aynı duyguda buluşturan kolektif bir deneyimdir. Bir salonda yüzlerce insan, aynı hikâyeyi aynı duygudaşlıkla birlikte yaşar.
Modern dünyanın birbirine hatta kendisine dahi yabancılaştırdığı birey için, bu bir ortak paylaşım anıdır. O yüzden denilebilir ki tiyatro, sanatın ötesinde insan olmanın ritüelidir.
Tiyatro Felsefeyi Sahneler
Tiyatro, felsefeyle kardeştir. Her ikisi de “insan nedir?” sorusunun peşindedir.
Sartre, Camus, Beckett gibi düşünürler, tiyatroyu insanın varoluş sıkışmasını göstermek için kullandılar.
Ne romanın iç sesi ne sinemanın görüntüsü, sorunları tiyatro kadar net biçimde insana yansıtabilir. Çünkü tiyatroda düşünce bedenleşir, felsefe oynanır. Soyut fikirleri bu derece ete kemiğe büründürebilen tek sanat dalı tiyatrodur.
Varoluş Sahnede: Beckett, Camus, Sartre ve Çehov’un Tiyatrosunda İnsan
Sahnede insan birebir kendi varlığıyla karşılaşır. Bir oyuncunun bakışı, bir sessizlik, bir bekleyiş… Hepsi felsefenin sahnelenmiş hâlidir.
Samuel Beckett, Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Anton Çehov gibi yazarlar farklı yüzyıllarda, aynı sorunun çevresinde döndüler:
“Yaşam neye yarar, eğer anlamı yoksa?” Tiyatroda, bu soru zihnin yankılanmasından çıkıp gözlenebilir hale gelir.
Samuel Beckett: Sessizliğin Ontolojisi
Beckett’in tiyatrosu, insanın sonsuz anlam arayışında nasıl tükendiğine dikkat çeker.
Onun karakterleri başlangıcı ve sonu belirsiz bir bekleyiş içindedir. Beckett için tiyatro, insanın kendi hiçliğiyle yüzleştiği bir düşünme biçimidir.
Beckett tiyatroda ders vermez, sessizce aynayı seyirciye tutar. Bir oyuncunun susması, bir ışığın sönmesi, bir sandalyenin devrilmesi… Beckett bunları kullandığında düşünceyi sözcüklerden bile daha iyi yansıtır.
Bir başka açıdan bakıldığında Beckett, Camus’nün “absürd” kavramını sahnede ete kemiğe büründürür denilebilir. Camus “Sisifos Söylemi”nde insanın direnişini anlamsız bir dünyada kayayı yukarı taşıtarak resmeder. Beckett ise hiçbir yere varamayacağını bile bile yine de gönüllü olarak insanı olduğu yerde bekletir.
Beckett’in tiyatrosunda seyirci “var olmanın mantıksızlığı” ile “devam etme mecburiyeti” arasındaki o gerginliği yaşar.
“Devam edemem. Devam edeceğim.”
— Beckett, The Unnamable
Camus: Yaşamın Absürd Güzelliği
Camus eserlerinde insanın saçma (absürd dünya) karşısındaki onurlu başkaldırısını anlatır.
O’nun kahramanları konuşarak, Beckett’in karakterleri sessizliğiyle direnir.
Her ikisi de insanın evren karşısındaki yalnızlığını, anlamsızlığını tiyatro sahnesinden seyircinin zihnine taşır.
Sartre: Özgürlük ve Mahkûmiyet
Sartre’ın tiyatrosu, Beckett’in absürtlüğüne paralel gitse de ortaya koyduğu felsefî gerilim daha yoğun ve bilinçlidir. Sartre, Camus ‘nün sergilediği başkaldırıyı da çok daha isyankar biçimde ortaya koyar.
Sartre’a göre insan, özgürlüğe mahkûmdur. Hiçbir anlam verilmemiş bir dünyada, anlamı kendisi yaratmak zorundadır.
İnsan özgür olsa da bu durum çaresiz olmasını önlemez. Yaşarken tükenir. Konuşurken olduğu kadar, suskunluğuyla da seyirciye ulaşır. Sartre ısrarla insanın taşıması gereken sorumluluğun altını çizer. Beckett’in seyirciyi götürdüğü noktada ise sorumluluk dahi anlamsızlaşır. Beckett kahramanlarını sahnede tutsa da hiç birisi neden orada olduğunun dahi bilincinde değildir.
Çehov: Hüznün Ustası
Anton Çehov’un tiyatrosu, Beckett’in öncülü olarak değerlendirilebilir. Çehov eserlerinde özellikle zamanın geçişini dramatik bir biçimde sahneye koyar.
Vanya Dayı’da da Vişne Bahçesi’nde de insanlar konuşur, susar, bekler ama zamanın sürekliliği karşısında hiçbir şey değişmez.
Beckett daha sonra Çehov’un bu “sessiz trajedisini” soyutlayarak metafizik bir sessizliğe dönüştürür.
Çehov’da insanlar yaşamın anlamını küçük anlarda bulmaya çabalar fakat Beckett’te o anlam da kaybolur.
Ama her iki yazar da insana, umut etmeden yaşamayı öğretir.
“Hayatımızı yaşamalıyız, ya da hiç yaşamamış gibi ölmeliyiz.”
— Çehov, Üç Kız kardeş
Beckett bu sözü tersyüz eder: “Yaşamak zorundayız, çünkü ölemiyoruz.”
Tek Gerçek Şu ki…
Beckett, Camus, Sartre ve Çehov’un tiyatroları farklı biçimlerde aynı hakikati dile getirir:
“İnsan, anlamı olmayan bir dünyada anlam arayan bir varlıktır.”
İnsanın arayışını Beckett sessizlikle, Sartre özgürlükle, Camus isyanla, Çehov hüzünle anlatır.
Ama hepsi, aynı apaçık gerçekle seyirciyi sarsar.
“İnsan, var olduğu sürece sahnededir.”
” Great theatre is about challenging, how we think and encouraging ourselves to fantasize about the World we aspire to… ” (Willem DAFOE)
Ne kadar doğru çok çok teşekkür ederim…